Türkler, tarih boyunca hep tarih yapmış,
yaptıklarını hep geriye bakmamış ve hep geleceğe yürümüş bir millettir. Onlar,
tarih yaparken, yaptıklarını yazmaktan utanmışlar belki de. Milletin geleceği
için feda edilen hayatlar, tarihe düşülen dipnotlar olsa da, sadece gökkubbenin
altında hoş bir seda olarak kalmış. Dinlemesini ve duymasını bilenler için.
Anadolu’nun her köşesi, duymadığımız,
duyamadığımız bu hoş sedalarla dolu aslında. İşte bu hoş sedalardan birisi de,
bu güne kadar Kızılörenlilerin bilmediği, memleketimiz Kızılören’den başlayıp,
Bakü’ye uzanan ve Sibirya’da son bulan bir destanın hüzünlü ve sessiz çığlığı.
Geçtiğimiz gün, Kızılören’e giderken aldığım
Aksiyon Dergisi’nin kapak konusu olan ‘Sibirya Sürgününde İki Osmanlı’ başlığı
dikkatimi çekmişti. Heyecanla okumaya başladığım yazıda, Kayseri’yi görünce
heyecanım biraz daha arttı, ardından İncesu ve Kızılören’i görünce tarifi mümkün
olmayan bir mutlulukla ve heyecana kapıldım. Aynı satırlar birkaç defa okudum.
Meğer, Kızılören’in buğday benizli, mangal
yürekli yiğitleri, Osmanlı için Türk Milleti için neler neler yapmışlar.
İşte, değerli meslektaşım
ve abim Kadir Dikbaş’ın Aksiyon Dergisi için yaptığı araştırma haberinde
Kızılörenli Topallıoğlu Mustafa’nın Kızılören’den Sibirya’ya uzanan hayat
hikayesi…
Not: Değerli Gazeteci
Yazar Kadir Dikbaş’a, Kızılören’in tarihini aydınlatan bu yazısından dolayı,
tüm Kızılörenliler olarak teşekkür ederiz.
Durmuş Günsür
...Kayseri’nin İncesu ilçesi
Kızılören beldesinden er Mustafa da, Azerbaycan için çarpışıp evine geri dönmeyenler Osmanlı
askerlerinden. Topallıoğlu ailesinden olan piyade er Mustafa, Çanakkale
Savaşı’ndan yeni dönmüştür. 37 yaşında, ihtiyat askeri durumundadır. Bir gün
şehirden askerler gelir köyüne; “Ermeniler ve Ruslar Kafkaslarda Türk
kardeşlerimizi, din kardeşlerimizi katlediyor. Onun için ordu kuruluyor. Gönüllü
asker istiyoruz.” derler. Binlerce gönüllü gibi Topallıoğlu Mustafa da yazdırır
adını. Bu sefer istikamet doğudur. Kayseri merkezinde kılınan namaz sonrası
düzenlenen merasimle çıkarlar yola. Ailesi, iki çocuğu (Mehmet ve Emine) ve
eşini geride bırakan Mustafa’ya annesinin söylediği son söz şudur: “Arkandan
vurulursan hakkımı helal etmem. Vurulacaksan göğsünden vurul, düşmana arkanı
dönme.” Ve savaşır, düşmana sırtını dönmeden.
Bunları, Topallıoğlu Mustafa’nın halen Azerbaycan’da yaşayan tek oğlu Selim
Mustafaoğlu anlatıyor. Kayserili piyade er Mustafa, Osmanlı ordusunun Bakü’den
çekilmesiyle birlikte memleketine dönmez. Görevli olup dönmedi mi, yoksa dönme
imkânı mı bulamadı bilinmiyor: Bilinen, Bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti’nin 27
Nisan 1920’de Rus orduları tarafından yıkılmasından sonra Bakülü bir ailenin
yanına yerleştiği. Hâli vakti yerinde olan Hacı Bala Yakubov adında bir
Azerbaycan Türkü, kendini himaye eder. “Bir oğlum, bir kızım var. Seninle iki
oğlum olacak.” der. Aynı yıl Yakubov’un akrabası olan Hafize adında bir kızla
evlenir, yeni bir hayat kurar. 1922’de oğlu Selim dünyaya gelir, arkasından da
kızları Emine ve Havva. Kayseri’deki eşi ve çocuklarıyla ilk başlarda haberleşme
imkânı bulup mektuplaşır, fakat bir süre sonra irtibat kopar.
Bugün 85 yaşına girmiş olan oğlu Selim Mustafaoğlu’nun kapısını bir akşam vakti
çalıyoruz. Bakü’nün Bilaceri kasabası yakınlarında, Hazar’a yakın bir bölgede,
Göredil bağlarında yaşıyor. Evde telefon olmadığı için ani bir baskın oluyor
gidişimiz. İki dönümlük bahçe içindeki mütevazı evinde yalnız yaşıyor. Yaşına
göre oldukça dinç. Kendi ihtiyacını kendi görüyor. En yakın dostu, beslediği
hayvanları ve gözü gibi baktığı meyve ağaçları. Zaman zaman çocukları ziyaretine
geliyor. Bizi buraya kadar getiren de oğlu Mustafa idi.
KGB
TAKİBİ VE SÜRGÜN ÜSTÜNE SÜRGÜN
Bugünkü torunlar, dedelerinin geçmişini sonradan öğrenmiş. Yaşadıkları baskılar,
sürgünlerden olsa gerek hiç kimseye anlatmamışlar sırlarını. Torun Mustafa,
“Biz, dedemizin Osmanlı askeri olduğunu nenemizden öğrendik. Babamın sürgün
hayatı bittikten sonra.” diyor. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra KGB’nin baskıları
iyice artmış. Yaşı ilerlemesine rağmen takipten kurtulamamış Kayserili
Topallıoğlu Mustafa da. Tek sebep Türkiye kökenli oluşu.
Rusların İkinci Dünya Savaşı’na katılmasıyla işler daha da sarpa sarar. 1941
yılında bir gün KGB ajanları eve gelerek “Hemen toparlanın istasyona, oradan da
Gedebey’e gideceksiniz.” derler. Yük katarlarıyla götürülen Türk aileler, ikişer
üçer Gedebey’in köylerine dağıtılmaktadır. Aralarına onlar da katılır. O
dönemde, “Demiryolu’nun 50 km. yakınına kadar Türk olmayacak.” diye gizli
talimat vardır.
Aynı yıl, ailesi sürgüne giderken evin tek erkek çocuğu olan Selim askere
alınır. 1941’de İkinci Dünya Savaşı’na katılıp Baltık cephesinde Almanlara karşı
savaşan Selim Mustafaoğlu, askerden döndükten sonra bir süre petrol sondajında
kompresörcü olarak çalışır. Fakat kısa bir süre sonra ikinci bir şok haberle yüz
yüze gelir. 70’ine merdiven dayamış yaşlı babası ile sürgüne gönderilecektir.
Köy Sovyeti, Selim Mustafaoğlu’nu işyerine gelip, “Sizin eve gideceğiz.” diyerek
götürür. Evde bir KGB ajanıyla silahlı askerler vardır. Ellerinde de bir liste.
“Sen ve baban gidiyorsunuz.” derler. O gün henüz yedi aylık evli olan Selim
Mustafaoğlu olayı şöyle anlatıyor: “Yıl 1949’du. Siz de gidiyorsunuz dediler
bize. Baktım ellerinde sürgün listesi var. Tomsk’a gönderdiler babamla beni.
Ailemiz kaldı. Uzun ve zahmetli bir tren yolculuğu oldu. Vardık, üç gün bizi
hapiste tuttular. Türk, Kürt, Tatar ve Çeçenler vardı yanımızda. Bulunduğumuz
kampa Türk olarak ilk biz gelmiştik. Herkesin fermanını okudular. Bana da
babamdan dolayı getirildiğimi söylediler. Babamın getirilme sebebi de Türk
olması. Sonra bizi kolhozlara verdiler. 6 ay asker gözetiminde tarlalarda
çalıştık. Arkasından 6 yıl boyunca ormanda ağaç kestik.”
Onlar Sibirya’ya giderken eşleri ve çocukları yalnız kalır; ama akrabalar onlara
sahip çıkar. Selim Mustafaoğlu, “Yalnız kalmışlardı ama Allah’tan üç tane taş
gibi dayım vardı. Onlar ilgilendi.” diyor.
Sibirya sürgününü anlatmaya gerek yoktur. Alışılmadık bir iklim, bitmeyen
geceler ve nefes donduran soğuk. Kaçsan yolu bulmak, hayatta kalmak mümkün
değildir. Diğer yandan geride bırakılan insanların hasreti vardır. Selim
Mustafaoğlu’nun halen sakladığı, babasından kalma bir mektup ve birkaç resim o
yılları anlatan önemli belgeler. Mektup gizlice yollanmış köye. Kağıt
bulunamadığı için Sibirya’da yetişen berozko ağacının kabuğuna yazılmış.
Okunabilen kısımlardan anlaşıldığına göre, ailesinin hâlini hatırını soruyor,
okuduktan sonra da bu mektubu yakın diyor. Fakat ailesi bunu yapmamış, aziz bir
hatıra olarak saklamış.
Stalin’in ölümünden sonra göreve gelen Kruşçev’in 1956’da çıkardığı genel afla
Selim Mustafaoğlu, Sibirya sürgününden kurtulur, memleketine döner. Fakat
babasıyla gittiği sürgünden tek başına gelmiştir. Mustafaoğlu, “Babam, sürgünden
üç yıl kadar sonra, 1952 mayısında hayatını kaybetti. Vefat ettiğinde 70
yaşındaydı. Bir molla vardı aramızda, namazını kılıp defnettik oraya.” diyor.
Annesinin, “Oğlum babanızı orada bırakmayın. Kemikleri olsun buraya getirin.”
ısrarı üzerine 1964’te biner trene, tekrar Tomsk’un yolunu tutar. Yanına eşini
ve halasının oğlunu da alır. Yine bir Türk olan babasının sürgün arkadaşı
Ramazan’ı bulur. Ramazan, bir Rus’la evlenip orada kalmıştır. Onun yardımıyla
mezarı kazıp kemikleri bir valize doldurur. Getirip Bakü’de Bilaceri
Mezarlığı’na defneder. Topallıoğlu Mustafa’nın kendi adını taşıyan torunu
Mustafa, 1994’te gittiği Kayseri’de dedesinin yaşadığı evden bir miktar toprak
alarak Bilaceri Mezarlığı’ndaki yeni kabrine serper. “Hiç değilse kemikleri
vatan toprağıyla buluşsun.” diye.
Selim Mustafaoğlu, sürgün yılları bitince demiryolu işletmesinde çalışmaya
başlamış. 1959’da ise ticarete atılıp bakkal dükkânı açmış. 1990 yılına kadar da
bu işle uğraşmış. 17 yıldır, Kolhoz idaresinin 1964’te tahsis ettiği bahçesini
ekip biçiyor.
SSCB’nin dağılmasından sonra Türkiye’deki akrabalarının peşine düşmüş amca. Ve
1994’te bir arkadaşının vasıtasıyla babasının Kayseri’deki akrabalarını bulmuş.
Hayatta olan kız kardeşi Emine’yi de alarak Türkiye’ye gelmiş. Babasının ilk
evliliğinden olan kardeşi Mehmet Eryaz’la, diğer akrabalarıyla buluşmuş. Sonra
kardeşi Mehmet gelmiş Bakü’ye, 15 gün kalmış...
Kadir
Dikbaş -
k.dikbas@aksiyon.com.tr - Sayı: 657 -
09.07.2007